“Bulamıyorum” diyordu, “bulamıyorum, nerede bu”...
 

Otobüsünün kalkmasına 45 dakika vardı. Ve hala evden çıkamamıştı. Kendisini terminale götürecek arkadaşı aşağıda onu bekliyordu.  Şimdi bir yıldır beklediği  tatilini yapacakken bu olacak şey miydi! Bulamıyordu işte kamerasını. Daha yeni almıştı. Yoktu koyduğu yerde. Evdekilere kızdı. Sinirlendi. Fotoğraf makinesi yanındaydı, ama olsun kamerayı da almak istiyordu. Şimdi tatilde hep aklında kamera olacaktı. “Ne olacak, bulabilecek miyim?” diye sürekli düşünecekti. Keyif de alamayacaktı tatilden. “Hay Allah” dedi içini çekerek, valizini aldı. Sinirli, üzülmüş, endişeli bir halde kapıyı kilitledi ve aşağıya inmek için asansöre yöneldi.


O gün oğlunun rol alacağı oyunu izlemeye gidecekti. En az onun kadar heyecanlıydı. Belli etmemeye çalışsa da, duygulandığı anlarda gözyaşlarına engel olamayacağını biliyordu. Çanakkale Savaşı’nda bir ayağını kaybetmiş gazi rolünü oynayacaktı. Oyundaki rolünü o kadar çok istiyordu ki; seçimlerden önce anne ve babasını, birlikte çalışmak için seferber etmişti. İşte şimdi gün gelip çatmıştı… Bugüne yetişecek iki teklif vardı. Oyundan sonra gitse ofise, görüşmeleri yapıp, mesajlarını cevaplasa, teklifleri hazırlamaya nasıl vakit bulacaktı. İlk randevusuna yetişmeden önce tüm bunları halledebilecek miydi acaba? Bütün bu düşüncelerle tiyatro salonuna giriyordu ki; telefonunu sessize almaya vakit bulamadan telefon çaldı. Müşterilerinden biri arıyordu. Bu görüşme kısa sürmeyecek diye düşündü ve o anda oğlu ile göz göze geldi.   

Hep gelecek, hep yarın…

Ya bugün, ya bu an…

Bir de dün vardır bizim için. Keşkelerimiz. “Keşke” deriz, “bunu yapmasaydım, bu sözü söylemeseydim.” Reaktif bir dil kullanırız kendimize karşı…

Uzun zamandır görmediğim Amerikalı bir dostum bana “Hafize, eğer bir tatile çıkıyorsan ve aklında bitmemiş işlerin, kaygıların var ise; yaz bunları bir kağıda ve başucundaki çekmeceye bu kağıdı koy. Tüm yazdıkların senin zihninden o çekmeceye gitsin ve o andan itibaren düşünme” demişti. “Geldikten sonra tekrar yazdıklarına baktığında, hiç de gözünde büyütecek bir şey olmadığını göreceksin.” Roni haklıydı. O günden sonra uygulamaya çalıştım. Çok da faydasını gördüm. Bütün dert ettiğim ve yaşadığım anın keyfinden beni uzaklaştıran şeylerin aslında zamanı geldiğinde çözülebileceğini ve büyütmemek gerektiğini öğrendim.

Deniz kıyısında otururken, dalgalar hafifce kumsala uzanırken, güzel bir yemek yemeğe gittiğinizde de aklınızdan yapacaklarız, telaşlarız ve kaygılarız mı geçiyor?

Yapacaklar listesi zihninize kazındığında, o güzel müziği, verilen tavsiyeleri, hoş sohbetleri duyamıyor   musunuz?

Hepimiz için bahse giremem ama çoğunlukla huzurlu bir hayat arıyoruz. Gürültünün, sorunun belki de fazla çalışmanın olmadığı bir ortam bizi mutlu edecektir diye düşünürüz. Ama aslında hepimiz biliriz ki, huzur değildir bu. Huzur, hayatın tüm karmaşasına rağmen, içimizin sakin olması, yaşadığımız anın dengede olması, değil mi?

İnsan olarak diğer canlılardan hepimizin bir farkı var. Özbilincimiz. Özbilincimiz ile geçmişi hatırlıyor, şu anda klavyeye dokunan parmaklarımı hissediyor ve yarını hayal ediyorum.

Seyahatten döndüğünde kamerasını bulan kişi siz olabilirsiniz. Tüm seyahat boyunca içinizi kemirmiştir, nerede sorusu ile devam eden iç konuşmaları.

Bir gün çocuğunuzun önemli gününde yoğun iş gündeminiz de olabilir. Telefon konuşmasını kısa tutup, o anı yaşamaya bırakabilirsiniz kendinizi…

Anı yaşayın, anı yakalayın.

Yaşanmaz ve yakalanmazsa; nasıl dün olacak ve bizi yarına özgüven ile taşıyacak…

 

Hafize KARGI